Bugün Ne İzledim - benteksizhepin

benteksizhepin 19-04-2018 04:04
8 / 10
1969 yılı Avustralya’da küçük bir kasaba’da yaşayan Charlie Bucktin (Levi Miller) zamanını kitaplarla geçirmeyi seven 14 yaşında bir çocuktur. Aynı kasabadan tanıdığı anglo-aborjin Jasper Jones (Aaron L. McGrath)’un bir gece camını tıklatmasıyla Charlie’nin tüm yaşamı değişecektir. O gece Jasper, ağaca asılı bir kızın cesedine götürür Charlie’yi. Bu artık sancılı ve kayıplara gebe de olsa büyümenin başlangıcıdır. Bu bir cinayet filmi değil ama. Aslında gizem ve çocukluktan gençliğe geçişin beraber harmanlandığı güzel ve katmanlı bir senaryo. Bu senaryo Craig Silvey’ın aynı isimli romanından uyarlama. Roman Tanrı'nın Unutulan Çocukları ismiyle Türkçe’ye çevrildi. Ben henüz kitabı okumadım, o nedenle filmden söz edebilirim sadece.
Avustralya filmlerini çoğunlukla sevmişimdir. Dünyanın apayrı bir ucunda bir göçmenler ülkesi. O nedenle ırkçılık daha keskin yaşanabiliyor. Ama kendilerini en acımasızca eleştirmesini de biliyorlar. Sanırım bizim hiç yapamadığımız birşey olduğu için ilgimi çekiyor. Filmle ilk tanışmamı sağlayansa tabi Charlie’nin annesi Ruth Bucktin (Toni Collette). Çünkü bu kadının tam bir hayranıyım. Efsane dizisi United States of Tara’dan beri. Bu kadın her filminde tam bir çılgın ve marjinal anne rollerini harika yapıyor. Yine aklı hep yaramazlıkta. Charlie’nin babasının dediği gibi, ana oğul birbirinize benziyorsunuz. Bu defa Levi Miller’la biraraya gelmeleri enfes olmuş. Bu Pan’ın unutulmaz oyuncusuna da bayılıyorum zira. Bu arada, Charlie'nin komşusu ve en yakın arkadaşı Jeffrey Lu (Kevin Long) çok komik bir tipleme olarak filme renk katmış. Bunu yapmakla kalmamış üstelik, ailesiyle beraber mahalli ırkçılığı da irdelemişler.
Ağaca asılı kız meğer aynı kasabadan 16 yaşında Laura Wishart’mış ve ölmeden önce Jasper’in aşığı imiş. Ama Charlie bu cinayeti Jasper’in işlemediğine inanır. Gerçek katili bulmak için onun yardım çağrısını karşılıksız bırakmaz. Bu arada tesadüfe bakın ki Laura’nın kardeşi Eliza Wishart (Angourie Rice)’da bizim Charlie’ye vurgun. Ama o yaşlardaki çoğu erkek çocuğu gibi Eliza’dan çok; tehlike, gizem, macera ve bunlara bağlı arkadaşlıklar ilgisini çekmektedir. Bu aşamada Charlie’nin olayları anlayabilmek için kütüphaneden Truman Capote'nun In Cold Blood kitabını alması çok manidardı. Annesinin ona söylediği bir söz çok hoşuma gitti. Her gece kendini Errol Flynn zanneden bir oğlansın.
Tabi Charlie kaçtıkça Eliza’nın ilgisi daha da artar. Çünkü kızların ilgisini çeken erkeklerin hep önemli işleri vardır. Ve kızlar onları beklerler hep, biraz da isteyerek. Bizim kafadar Charlie ve Jasper cinayet soruşturmasına başlarlar. Bu süreçte hiç ummadıkları şeyleri öğrenirler. Yani bu artık çocuk masumiyetinin bitmekte olduğu gerçeği ile yüzleşmektir aslında. Film bir cinayet olayı üzerinden bambaşka şeyleri anlatıyor. Büyüme sancıları, evlilikler, ırkçılık, yerel yöneticilerin dolambaçlı hayatları ve belki ahlakçılığın iki yüzlülüğü en çok.
İlgisi var mı bilemiyorum ama film bana nedense To Kill a Mockingbird (1962) ve The Green Mile (1999) filmlerini anımsattı. Kısacası temiz, durgun akan ama enfes görüntüleri olan, oyunculukları süper, kitabı okumasam da sanırım uyarlaması başarılı bir film. İngilizvari başarılı bir yapım, seyredin derim.
8/10


benteksizhepin 17-04-2018 04:04
8 / 10
Dünya’da müzik kliplerinin yeni çekilmeye başlandığı 80’li yıllar. Bir ergenin çok güzel bir kıza aşık olup onun için bir müzik gurubu kurmaya karar vermesiyle Dublin’de gelişiyor olaylar. Sonra o kıza çok çok güzel şarkı sözleri yazması. Sadece bu şarkı sözlerini, dinleyerek/okuyarak, arkadaki müziği dinlemek için bile seyredilebilir bu film. Bu kadar da değil üstelik, diyaloglar da oldukça ilginç. Bazılarından özlü sözler çıkabilir. Oyunculukları da çok beğendim, özellikle Cosmo (Ferdia Walsh-Peelo). Tek eksik kalan yanı belki, çekimlerin olağanüstü olmaması. Kısaca sıkılmadan izlenebilecek bir gençlik, aşk, müzikal film. Aşk insana rockn roll yaptırır hem de en iyisinden dedirtecek tarzda bir film de denebilir. Bu arada meraklısına not; filmin IMDb sayfasındaki afişler çok güzel.
8/10


benteksizhepin 14-04-2018 05:04
9 / 10
François Truffaut’nun 27 yaşında çektiği ilk uzun filmi. Çekildiği zamanın Paris’inde enfes bir kameranın gözünden Eyfel’in etrafında dolanarak başlıyor şölen. Siyah beyaz yapraksız ağaçlar, soğuk insansız binalar. Daha ilk sahnelerde değişik bir şeyleri, değişik bir şekilde anlatacağını hissettiriyor film. Bu nedenle Fransız sinemasında yeni dalga akımın öncüsü sayılıyor. Filmin ismi Fransızca’da, okulu kırmak anlamına geliyormuş. 10 yaşlarındaki Antoine Doinel (Jean-Pierre Léaud) gözünden bakıyoruz dünyaya. O nedenle kamera oldukça oynak, haraketli ve eğlenceli. İlk sahnede sınıfta ders sırasında elden ele dolaşan çıplak bir kadın resmi tam Antoine’un elindeyken yakalanıyor öğretmene. Ceza olarak ödev veriyor öğretmen. Antoine’un ev yaşamı da pek iyi değildir. İlgisiz ve sevgisiz bir anne ve nispeten iyi ama üvey bir baba. Bu şartlar altında ödevi de yapamayınca ertesi gün okuldan kaçıyorlar en samimi arkadaşı René (Patrick Auffay) ile.
Okulun kırıldığı o gün, sinema ve lunaparkta özgürlükle geçer. Ama yolda yürürlerken Antoine annesini bir erkekle öpüşürken görür. Zaten karmaşık olan okul ve ev yaşamı anafora girer adeta. Bir sonraki gün okula gittiğinde öğretmeni niçin okula gelmediğini sorar ve Antoine, annem öldü der. Bana bu replik, yalan mı, dedirtti. Oğlundan, o çocuk, diye söz eden bir anne ölmüştür aslında çocuğun nezdinde. Bu yalandan sonra öğretmen Antoine’un ailesi ile konuşur. Babası herkesin içinde vurur Antoine’a.
İki kafadar evden kaçmaya karar verirler. Bir mektup bırakıp çeker gider Antoine. İlginçtir mektupta, bir erkek olduğunu ispatlamak üzere gitttiğini yazar. René’nin anne babası da ilgisiz ve kendi hayatlarını yaşayan insalardır. Bu sayede iki arkadaş René’lerin evinde birlikte kalmaya başlarlar. Fakat hiçbir şey istedikleri gibi gitmez. Antoine babasının işyerinden çaldığı daktiloyu satamayınca geri yerine koyarken yakalanır. Sonu belki biraz da annesinin isteği ile ıslahevi olur. Filmin son sahnesi ise, sinema tarihindeki en güzel sonlardan sayılıyor. Antoine hep kavuşmak istediği denizin kıyısındayken, gözlerimizin içine bakarken Fin yazısı beliriyor. Film çok sade, gerçekçi ve duygusal. Müzikler harika. Antoine rolünde Jean-Pierre Léaud çok başarılı. Okuldaki sürekli birşeyler yazmaya çalışırken sayfaya mürekkep damlatıp defterin sayfalarını yırta yırta bitiren çocuk çok tatlıydı. Kukla sahnesindeki çocukların surat ifadeleri inanılmazdı. Okuldan kaçarken bir apartmana girip kalorifer dilimlerinin arkasına saklanan okul çantaları (aynısını biz de yapardık) çok tatlıydı. Kısacası filmi izlemeyen varsa izlesin.
Rivayet odur ki René, Truffaut’nun filmini ithaf ettiği ünlü Fransız sinema eleştirmeni ve teorisyeni André Bazin’dir. Truffaut’nun en samimi arkadaşı. Filimin çerimleri başladıktan bir gün sonra ölür. Truffaut da çocukluğunda bir yerlerden bir şeylerden kaçtığında onun evinde kalmış. Bu filmde kendi çocukluğundan esinlendiği söyleniyor. Babasını tanımıyor, annesi bir başkasıyla evleniyor. Aynı sevgisiz anne. Zora giren okul yaşamı. 14 yaşında okulu bırakıyor. Onun da yaşamında ıslahevi var. Bütün kapatılma kurumları, okul, ıslahevi, cezaevi... Hatta belki aile. Nedir?
Çocukların kötü yetiştirilip mutlu olmaları, iyi yetiştirilip mutsuz olmalarından daha iyidir. (François Truffaut)
Gökyüzüne uzun süre bakamıyorum çünkü geri dönüp yeryüzüne baktığımda dünya bana korkunç bir yermiş gibi geliyor. (François Truffaut)
9/10


benteksizhepin 12-04-2018 06:04
7.5 / 10
Sanatta farklı dünyalar çatışır, diyor Polonyalı ressam ve sanat teorisyeni Wladyslaw Strzeminski. Filmimizin de kahramanı. Bu cümle çok dikkatimi çekti. Aslında filmdeki bütün diyaloglar siyaset bilimi ve sanata ilgi duyanlar için çok öğretici. Bu tür filmlere hep kuşkuyla yaklaşırım. Bunlar bir filmde anlatılmalı mı diye düşündüğüm için. Yani sinema sanatı ile tiyatro ve kitaplarda anlatılması gereken şeyler arasına bir ayrım koymak gerekir mi? Bilemiyorum. Ama bu filmi ve bu sanatçıyı sevdim. Gerçek bir sanatçı ve iktidar arasında olması gereken anlaşamamazlığı dibine kadar yaşıyor ve öğrencilerine de herkese de gözüne soka soka anlatıyor. Üstelik savaşta bir bacağını ve kolunu yitirmiş bir adam; sanatçının uzuvlara değil sadece yaratıcılığa ve özgürlüğe sahip olmasının yeteceğini gösteriyor.
Film sanatçının 1948- 1952 yılları arasındaki yaşamından kesitler. I. Dünya Savaşı sonrası Doğu Avrupa ülkelerinin Sovyet blokuna katılmaları sonrası yeni devlet yapılanması. Her yerde Stalin kültü… Daha önce ne yaşıyorlardı ki, diyenler de çıkabilir tabi. Ama burda söz konusu olan beterin beteri var özdeyişi. Sanata ve sanatçıya karşı olan veya karışan… Ondan fayda sağlamaya veya kendine hizmet ettirmeye çalışan iktidar, iktidar olamaz. Filmin yönetmeni Andrzej Wajda’da böyle bir sanatçı. İzleyin derim.
7.5/10


benteksizhepin 10-04-2018 05:04
7 / 10
İsrail sinemasının ilginç bir örneği. Abraham Eidelmann zamanının çoğunu dua ederek ve Tevrat çalışarak geçiren bir hahamdır. Karısı ve oğlu ile birlikte yaşarlar. Abraham’ın dine bakış açısı katı ortodokstur. Oldukça kesin kararlar verebilmektedir ailesiyle ve özellikle oğlu ile ilgili. Genç karısı Esther ve küçük oğlu Menahem’ın sevgi ve ilgiye ihtiyaçları vardır. Ancak Abraham onlara zaman ayırmamaktadır. Belki bu türden sevgilere kalbinde yer yoktur.Annesinin ısrarı ile Abraham oğlunu bir tatilde Ölüdenize götürmeyi kabul eder. Menahem çok mutludur. Ama babası orada bile bütün zamanını oğluna ayırmaktansa kendi gibi katı düşünceli kişilerle dua etmeye koyulur. Filmin sonu trajiktir. Bana, Tanrı edilen her duayı duymaz, dedirtti.Ve en büyük ibadetin iyi insan, hatta iyi ebeveyn olmak olduğu gerçeğini hatırlattı.
Filmin en başarılı yönü, katı bir babayı; doğaya, hayvanlara ve olaylara naifce bakan küçük bir çocuğun gözünden başarılı bir şekilde anlatması denebilir. Filmin çekimleri de güzel. Yavaş ilerleyen bir film ama ben hiç sıkılmadan izledim. Özellikle Menahem (Ilan Griff) sakin ama başarılı bir rolü güzelce kotarmış. Sonu hariç az olaylı, ama anlatmak istediğini sinema diline başarılı bir şekilde döken bir film olmuş,
7/10


benteksizhepin 09-04-2018 04:04
8.5 / 10
“… bütün sanat eserleri belleğe dayanır. Belleği billursu haline getirmenin, somutlaştırmanın araçlarıdır. Bir ağacın üzerindeki bir böcek gibi, sanatçı da asalaktır, çocukluğundan beslenir. Sonra biriktirdiklerini harcar, yetişkin olur ve olgunluğu da son noktadır.”
Tarkovski
Arjantin, Buenos Aires ve kırsalında geçiyor hikâye. Aileleri de iyi dost alan Matías ve Jerónimo çok sıkı arkadaş olan iki çocuk. Yaşları ne gerektiriyorsa sınırsızca yaşıyorlar. Özellikle yazları. Jero’ların çiftliğinde ve oradaki nehir ağzında. İkisi de hareketlidirler ama özellikle Jero daha cesur ve atılgan. Onun bu rahatlığı ve atılganlığı annesinden geliyor. Bir kere daha ebeveynlerin insan hayatının kaderi olduğu gerçeği. Çünkü tersine Mati’nin de babası oldukça zorlu biridir. Belki de onun içinden gelenlere karşı tutukluğu babası yüzünden. Böylece zıt kutuplar birbirini çeker ve masumane güzel şeyler yaşar iki çocuk…
Ne yazık Mati’nin babasının işi nedeniyle Brezilya’ya taşınmaları ile bu büyülü arkadaşlık inkıtaya uğrar. Ne zamana kadar? Bir on yıl sonra filân tesadüfen karşılancaya kadar. Film, bu iki yaşam dilimi arasında harika paralellikleri bulup anlatan sahneler arasında gidip geliyor yavaş yavaş. Ama bazı yakın sahnelerde kamera oldukça hareketli ve değişik. Hep düşündüğüm şey bu filmde çok güzel anlatılmış. Çocukluğumuz aslında herşeyin en büyülü ve en güzelini yaşadığımız zamanı. Farkında olsak da olmasak da. Sonra ki yaşam sadece bunları hatırlayıp tüketmek. Ya da güzel bir bileşim yapabilmeyi becerebilirsek… Bunu yeniden üretebilmek… Filim bitince ben de beliren düşünce… Matías ve Jerónimo'nun bunu yeniden üretebildikleri. Aslında onlar hiç ayrılmamışlardı…
8.5/10


benteksizhepin 07-04-2018 05:04
8 / 10
Scrap Wood War filminde, Ziggy ve Bass hep en iyi arkadaştırlar. Önceden gittikleri yaz etkinliklerinde en yüksek kuleleri inşa edip yarışmaları birlikte kazanırlar. Ancak bu yıl yarışma öncesi aralarında ki bir kıskançlık, yıkıcı bir rekabete dönüşür. Tatlı bir öğrenme ve yarışma aracı olan tahta kuleler savaş kulelerine dönüşür. Aslında çocukların yaşamları da yetişkinlerinkiyle paralel gibi. Basit kıskaçlıklar, belki yanlış anlamalar. Hiç istenmeyen yerlere götürür insanları. Savaşın ne olduğunu ne kadar basit anlatıyor film. Peki ama büyümek için savaşmak zorunda mıyız? Kendi yaptığımız silahlar aslında bizi vuruyor çünkü.
8/10


benteksizhepin 05-04-2018 04:04
7.5 / 10
Ailenin insan yaşamında ne kadar yapıcı ama ne yazık bazen de bir o kadar yıkıcı olabileceğini gösteren bir film bu. Nöroloji ve psikoloji profesörü Oliver Sacks'ın, Mars’ta bir Antropolog adlı yaşanmış nöroloji vakalarını topladığı eserinin "Son Hippie" bölümünden uyarlanmış… Ben kitabı okumadım ama merak uyandırdı. Kitapçıda bir karıştırmak gerek. 50’lerden başlayıp 80’lere kadar uzanan bir hikâye bu. Amerika’da bir çocuk Gabriel Sawyer (Lou Taylor Pucci) ve babası Henry Sawyer (J.K. Simmons) arasındaki ilişkilere bakışlar denebilir. Ya da Vietnam savaşının 50’lere kadar tek vücut gibi görünen ülkeyi nasıl ikiye böldüğü… 68 kuşağı diye adlandırılan kuşağa ve onun müziklerine naif göndermeler var. O müzikleri dinlemek ayrı bir keyif. Genç yaşta babasıyla, bayrak yakma, nedeniyle çatışan çocuk evden ayrılır ve yirmi yıl sonra döndüğünde bir beyin tümörü vardır... Bir replik.
-hazır mıyız?
+ilaçları aldım.
-çantayı da ben aldım.
+beyin tümörü de bende.
adamın boğazına koca bir düğüm atıp bırakan bir film. baba-oğul ilişkisi, müziğin hayatımıza etkileri son derece başarılı bir şekilde aktarılmış. (ekşi sözlük -mark amca)
baba olmadan önce mutlaka izlenmesi gereken bir film. içinde müzik, baba-oğul ilişkisi, ölüm gibi hassas konulara dair muhteşem ipuçları barındırıyor. (ekşi sözlük - misch)
babam ve oğlum'u al içine müzik koy, biraz memento serpiştir, biraz crazy ekle karıştır ve duygusal bir bomba elde et. bomba diyorum zira izleyip de etkilenmeyen insan değildir, ölsün gitsin daha iyi ( (ekşi sözlük - porco rosso)
J.K. Simmons yine döktürmüş resmen. Her zaman ki gibi çok sade ama çok da parlak. Onu görünce aklıma hep Whiplash (2014)'ü tekrar izlemek geliyor aklıma. Ama beş defa izledim. Hem de kulaklık takıp sesi sonuna kadar açarak. Film bir bütün olarak çok güzel ve mutlaka izlenmeli. Beğendiğim filmlere genelde iMDb ortalamasının üzerinde not veriyorum. Bu defa 7.5 da kaldım. Çünkü çok tiyatro gibi bir film. Benim tarzım değil. Lou Taylor Pucci’nin oyunculuğunu da çok donuk buldum. Filmi izledikten sonra bende oluşan düşünce… Hiç bir konuda önyargılı olmayın. Çünkü en ufak bir kıvılcım bile çok şey kaybettirebilir. İnsanlara sevginiz vermekte gecikmeyin. Çünkü bir an sonra bile çok geç olabilir. Tabi tersi de geçerli, istersek hiç bir şey için geç değildir.
7.5/10


benteksizhepin 03-04-2018 03:04
8 / 10
Konu benim açımdan çok ilgi çekici olmasa da; çekimler (ışık), oyunculuklar, devamlılık o kadar iyi ki… Bırakmak imkânsız. Birbirinden bağımsız sahneler, çok güzel harmanmış… Duygusal sahneler, hastane sahneleri, hele ameliyat sahneleri. Beş benzemez ama nasıl bir uyum olmuş. İsmiyle müsemma, Heal the Living... Genç yönetmen; Hayatları çok iyi kesiştirilmiş gerçekten. Suzanne (2013) ile ilgi gören genç yönetmen Katell Quillevere’in, Fransa’nın tanınmış oyuncularını bir araya getiren üçüncü filmi bu. Maylis de Kerangal’in çoksatar romanının sinema uyarlaması. Birbirine bağlanan üç hikâyede yönetmen ilk olarak kaza geçiren genç bir sörfçüye, gencin hastanedeki anne-babasına ve son olarak da hayatta kalmak için kalp nakline ihtiyaç duyan bir anneye odaklanıyor. Venedik Film Festivali’nin Ufuklar bölümünde dünya prömiyerini yapan film yaşamın belirsizliği, beden ve tesadüfleri son derece dokunaklı ve hümanist bir gözle ele alıyor.
8/10


benteksizhepin 02-04-2018 02:04
9 / 10
İki kişilik bir tiyatro oyunu için, genç kızların idolü yıldız Young-Woo (Oh Seung-Hoon) ile deneyimli oyuncu Jae-Ha (Park Sung-Woong) bir araya gelirler. Oyunun hazırlıkları sırasında; çocuksu ve boşvermiş Young-Woo ile işini ciddiye alan deneyimli aktör Jae-Ha pek anlaşamaz. Oyunun konusu iki karakter arasında gay ilişkidir. Provalar esnasında iki oyuncu arasında beklenmedik gizli bir çekim oluşmaya başlar. Hee-Won (Yoon Seung-Ah) ise Jae-Ha'nın kız arkadaşıdır ve iki oyuncu arasında gelişen olayları endişeyle izler. Zira Jae-Ha oynadığı rollere kendini hep kaptırmaktadır.
Bu olan bitene rağmen bence filmin teması BL, Yaoi veya Gay değil. Asıl derdi başka bir yapım. Oyunun yönetmeni, uçarı oyuncusu Young-Woo'ya iyilik olsun diye deneyimli oyuncusu Jae-Ha’nın hiç yanından ayırmadığı Metot defterini okumasını önerir. Defterini göstermek istemez Jae-Ha. Ama Young-Woo bir yolunu bulur ve okur notları. Deneyimli oyuncunun sahne başarısının sırrını öğrenen çaylak oyuncu bakalım neler yapacak? Gerçek oyuncu kim? Konu ne o zaman bu filmde? Aşk tersine bir yoldan nasıl anlatılır. Filmin oldukça ilginç bir senaryosu var. Oyunculuklar iyi ama özellikle Young-Woo’yu canlandıran Oh Seung-Hoon’un ilk filmi olmasına rağmen performansı bence olağanüstüydü. Sinemada diyalog ve mekânlardan daha önemli olanın aktörün hareketleri, ifadeleri ve ah o bakışları olduğunu çok güzel gösteriyor. Müzikler de hoşuma gitti. Filmin son sahnesine kadar neler olduğunu tahmin etmek imkânsız - en azından benim için. Genelde sonları düşünmem ve tahmin edemem. Çünkü beni çok da ilgilendirmez. Genel akışa bakarım. Ama bu film için farklı hissettim. Son sahne çok çok başarılı, nefes kesiciydi. Ve beklenmedik güzel bir sondu. Beni oldukça etkiledi ve şaşırttı. Film bitince duygum: keşke bitmeseydi. Baktım 82 dakikaymış süre sadece. Güney Kore sineması için sıra dışı bir örnek olsa da tarz aynı gibi. Bu tarzı sevenler için güzel bir bukle. Soru şu; Aşk nedir? Gerçek ne kurgu ne? Sahnede yaşanan gerçek; gerçek yaşamda role dönüşürse ne olur?
9/10
