Bugün Ne İzledim - Franz_K

Franz_K [Sinefil] 11-04-2021 09:48
8.3 / 10Bazı filmler vardır ki bitirdiğinizde bir yandan “Neden şimdiye kadar izlememişim?” diye hayıflanırken bir yandan da “İyi ki bu güne saklamışım.” diye sevinirsiniz. Akira Kurosawa'nın Rus gezgini Vlademir Arseniev'in anılarından yola çıkarak 1975 yılında çektiği ve kendine “En İyi Yabancı Film” Oscar’ı kazandıran Dersu Uzala öyle bir film işte. Rusya’nın yabani topraklarında bölgenin topografyasını çıkarmak için çalışan bir grup asker ile hayatını ormanlarda geçiren evsiz barksız bir avcının sımsıcak dostluğunu anlatan Dersu Uzala; parasını alıp ortadan kaybolan bir tüccarın bu tavrını anlayamayacak kadar nahif, sığındıkları boş bir kulübeye kendinden sonrakiler için erzak bırakacak kadar iyi niyetli, fırtınanın ortasında hayat kurtaracak bir barınak inşa edebilecek kadar becerikli, etrafındaki canlı cansız her varlığı “adam” diye kişileştirecek kadar doğasever ve mecburen misafir olduğu bir ev için “İnsanlar bu kutuların içinde nasıl yaşıyor?” diyecek kadar özgür ruhlu akıllardan kolay silinmeyecek saf ama bilge bir doğa adamı karakteri çiziyor. Kurusowa’nın eşsiz kadrajıyla seyircisini mest ettiği muhteşem doğa manzaralarına eşlik eden bu sıcacık dostluk hikâyesi, bir yandan “insan olmanın” çok basit gerekleri hakkında ince mesajlar verirken bir yandan da doğayı sömürülecek sonsuz bir kaynak olarak gören tüketim odaklı gözü doymaz insan tavrına sert eleştirilerde bulunuyor. Paytak yürüyüşü, sıcacık gülüşü, hayata ve doğaya bakışıyla kendi halinde bilge bir derviş karakteri çizen Dersu’nun “Kapitan” diye seslendiği asker ile olan dostluğuna dair bu nefis epik film; 144 dakikalık görece uzun süresine rağmen su gibi akıp giden sıcak ama hüzünlü hikâyesiyle seyircisinde derin izler bırakıyor.
8,3/10


Franz_K [Sinefil] 10-04-2021 07:36
6.8 / 10Her bir dakikası klişelerle dolu ve tüm gelişmeleri seyircinin istediği gibi kurgulanmış hatta trajik anları bile buna hizmet eden çocuksu senaryosuyla basit ancak bir şekilde izlemesi keyifli bir film Summerland. Savaşa katılan ebeveynlerin çocuklarının geçici ailelere verildiği II. Dünya Savaşı İngiltere’sinde geçen film; huysuz bir mikro biyolog olan Alice Evans’ın vasi tayin edildiği Frank ile olan birbirlerini kabullenme sürecini anlatıyor. 2005 Finlandiya yapımı Äideistä Parhain’de çok daha derinlikli bir biçimde işlenen savaş yılları çocuklarının dramına dayalı bu konuyu yavan bir senaryo ile ele alan ve gerekli dramatik derinliği sağlayamayan, karakterlerinin psikolojik dünyasını yeterince yansıtamayan film; bu eksikliklerini inandırıcılıktan uzak Alice karakterine can veren Gemma Arterton ile kapatmaya çalışmış. Ancak Summerland, daha en başından II. Dünya Savaşı yıllarında yaşanan trajik sonuçlara gebe bu “geçici aile uygulamasına” temellendirdiği kurgusuyla beklenenin aksine seyircisini üzmek yerine onu sıcak bir aşk ve dostluk hikâyesiyle mutlu etmek istediğini belli ediyor ve bunun için de klişelerine göz yummasını talep ediyor seyircisinden. Bu konuda amacına da ulaşıyor. Zira film, seyircinin istemediği hiçbir gelişmeye yer vermiyor ve onu LGBTI+ temayla süslediği hikâyesiyle mutlu etmek için elinden geleni yapıyor. İngiltere’nin falezleri ile ünlü Birling Gap bölgesine dair muhteşem manzaraları ile göz dolduran Summerland; ayrıntılara takılmadan izleyecekler için kafa yormayan sıcak hikâyesiyle keyifli bir Pazar kahvaltısı filmi.
6,8/10


Franz_K [Sinefil] 09-04-2021 07:52
7.2 / 10Jane Harper'ın aynı adlı romanından sinemaya uyarlanmış Avustralya işi bir polisiye gerilim filmi The Dry. 20 yıl önce üyelerinden bir genç kızın şüpheli bir şekilde öldüğü dört kişilik bir arkadaş grubunu odağına alan film; yıllar sonra aynı gruptan bir başkasının karısı ve çocuğu ile birlikte öldürülmesi üzerine cenaze töreni için kasabaya dönen federal dedektif Aaron Falk’ın yerel polis ile birlikte yürüttüğü soruşturmayı anlatıyor. Film, bir yandan bu üçlü ölümün bir cinnet vakası mı yoksa cinayet mi olduğu sorusuyla seyircisini meşgul ederken bir yandan da 20 yıl önceki şüpheli ölümün altında yatan gizemi geri dönüşlerle aydınlatmaya çalışıyor. Kuraklığın hüküm sürdüğü, toza toprağa bulanık bir Avustralya kasabasında geçen The Dry bu gizemli gerilim hikâyesinin arka planında küresel iklim değişikliğine dair çevreci mesajlar vermeyi de ihmal etmiyor. Türün klişelerinden mümkün olduğunca uzak durmayı başaran ve gizemini son ana kadar taşıyarak seyirci ilgisini diri tutan The Dry, yer yer göze batan mantık hataları ve görece zayıf finaline rağmen türü sevenlerin şans verebileceği ortalamanın üzerinde bir film.
7,2/10


Franz_K [Sinefil] 08-04-2021 08:32
7 / 10Annesini kaybettikten sonra baş başa kaldığı başarısız bir piyanist olan üvey babasına yakınlaşan 14 yaşındaki Marion üzerinden ahlaki değerleri zorlayan sıra dışı bir aşk hikâyesi anlatıyor film. Fransız sinema dilinin en aykırı temaları bile sevimli göstermeye çalışan tarzına rağmen film, gerek filmin çekildiği yıllarda daha 16'sında olan Ariel Besse’in çıplaklık içeren sahneleri gerekse genel geçer ahlaki değerlere aykırı konusuyla rahatsız edici marjinal bir hikaye anlatıyor. 1992 yapımı The Lover ile Vladimir Nabokov’un aynı isimli tartışmalı romanından 1962 ve 1997’de sinemaya uyarlanan Lolita filmlerinde de işlenen küçük yaştaki kızların yetişkin erkeklerle yaşadığı aşka dair bu aykırı hikâyeler elbette ki reşit olmayan kızların erken cinsellik deneyimlerini normalleştiren yaklaşımı ile kabul edilebilir değil. Beau Père de işlediği bu aykırı temasıyla övgüyle bahsedilecek bir film değil kesinlikle. Ancak konusu itibariyle rahatsız etse de film, Woody Allen ile gerçekliğine tanık olduğumuz olası bir aşk hikâyesini elinden geldiğince nahif bir dille ve seyircisini irrite etmeyen bir anlatıyla aktarmayı başarıyor. Genç bir kızın elinde olmaksızın tutkuyla bağlandığı bir yetişkine olan aşkını, erkeğin direnişini bu bağlılığın salt tensel olmadığı vurgusuyla olabildiğince makul bir şekilde anlatıyor film. Her ne kadar işlediği temayı onaylamasam da filmin bu aykırı temayı işleme biçimini, oyuncu performanslarını ve kurgusunu beğendiğimi, puanımı da bu temadan bağımsız olarak verdiğimi belirterek “Keşke psikolojik derinliğe müsait böyle bir temada böyle bir derinlik yakalayabilseymiş yönetmen.” notunu düşmem gerek son olarak.
7,0/10


Franz_K [Sinefil] 07-04-2021 07:22
7.5 / 10Suriye iç savaşının patlak verdiği günlerde bir apartmandaki tek dolu dairede sıkışıp kalmış bir grup insanın yaşadığı gerilim dolu 24 saat üzerinden savaşın bireyler, özellikle kadınlar üzerinde yarattığı yıkıcı etkiyi çok çarpıcı bir dille aktaran bir tek mekân filmi Insyriated. Kocası başka bir yerde mahsur kalmış üç çocuklu Oum’un; kayınpederi, daireleri hasar aldığı için kendilerine sığınmış 5-6 aylık çocuk sahibi genç bir çift, kızının erkek arkadaşı ve hizmetçileri ile birlikte dışarıda art arda patlayan bombaların, kapı önüne çıkıldığında hedefi haline gelecekleri keskin nişancının ve savaş fırsatçılarının tehdidi altında geçirdikleri bir günü seyircisini bir an bile koparmayan bir tempoyla anlatıyor film. Savaşa dair neredeyse hiçbir görüntü vermeden savaşın ve felaket fırsatçılarının korkunç yüzünü en sert haliyle yansıtan film; seyirciyi ciddi anlamda rahatsız eden özensiz bir yönetmenlikten kaynaklı mantık hatalarını başta Hiam Abbas olmak üzere doğal oyuncu performansları ve güçlü kurgusuyla örtmeyi başarıyor. Özellikle otoriter ve sert Oum karakteriyle güçlü bir kadın imajı çizen ve kurgusunu onun etrafında şekillendiren film, tüm dik duruşuna rağmen bir yerde geri adım atmak zorunda kalan Oum üzerinden savaşın ölenleri her ne kadar erkekler olsa da ölümden daha korkunç, ölümü aratan hasarı kadınların aldığı vurgusunu yapıyor. 85 dakikalık makul süresi, başarılı oyuncu performansları ve yerel bir hikâye anlatsa da evrensel mesajlar veren gerilim dozu yüksek sert kıvrımlı kurgusuyla “kadın” temalı bu savaş karşıtı film; hem savaşın gündelik dehşetini hem de yapanın yanına kar kaldığı cinsel şiddet içerikli korkunç yüzünü rahatsız edici bir şekilde betimliyor.
7,5/10


Franz_K [Sinefil] 07-04-2021 07:20
7.3 / 10Bu yılın “En İyi Film” dalında Oscar adayı olan filmlerin izlediğim sonuncusu ve adaylık konusunda bana göre en zayıfı Judas And The Black Messiah. 2021’in bir başka adayı The Trial Of The Chicago 7 ile aynı dönemde geçen olaylara dair senaryosuyla film; The Trial Of The Chicago 7’da mahkemede izleyici olarak tanıştığımız Fred Hampton’un 68 ile 70’lerin başına kadar yaşadıklarına dair biyografik bir hikâye anlatıyor. Film; anlatısını siyahların yaşadıkları gettolarda devriye gezerek mahalle sakinlerini polis saldırılarına karşı korumak amacıyla kurulmuş ve öncülüğünü Fred Hampton’un yaptığı Black Panther Party’yi yok etmek isteyen Amerikan hükumetinin satın aldığı köstebek William O'neal ile 1989 yılında yapılan röportajına dayandırıyor. FBI’ın kalleşçe planlarla örgüte soktuğu köstebeğin varlığından habersiz, daha etkin bir güç olabilmek için benzer amaçlarla yola çıkmış grupları bir araya getirebilme mücadelesindeki Fred Hampton’un hikâyesi üzerinden ilerleyen Judas And The Black Messiah; 60’ların sonlarında yükselişe geçen Black Panther hareketini hakkıyla işlese de gerçek olaylara dayalı senaryosu yönetmenine çok fazla alan tanımadığı için yer yer tempo sorunu yaşayan ve seyirci ilgisini sürekli diri tutmayı başaramayan bir film. Beş dalda Oscar adayı olan film; pozitif ayrımcı Akademi üyelerinin hassasiyetlerine dokunan Amerika’nın bağırsaklarındaki tortuyu boşaltmaya çalıştığı ve kirli geçmişiyle yüzleştiği siyahi hakları, aktivizm gibi son dönemin moda temasıyla muhakkak ödül alacak olsa da açıp Wikipedia’dan öğrenebileceğimiz bir hikâye anlatmanın ötesinde sinematografik açıdan çok bir şey vaat etmiyor seyircisine.
7,3/10


Franz_K [Sinefil] 07-04-2021 07:17
9.7 / 10Sadece çamaşır asmak için çıkmasına izin verilen terastan denize bakıp hayaller kurabilmek için çamaşır yıkamayı seven Samia’nın hikâyesi bu. Anne babası gözünün önünde tecavüz edilerek öldürüldüğü için geceleri uyuyamayan ve kan gördüğünde kriz geçiren Leila’nı hikâyesi. Hamile kaldı diye erkek kardeşi tarafından ölümle tehdit edilen Meriem’in hikâyesi bu. Boşandığı için “özgürlüğüne kavuşmuş” hisseden Nadia’nın hikâyesi. 11 yaşında gerdeğe giren Louisa’nın ve daha nicelerinin hikâyesi bu.
Sadece ismi ile bile birçok şey anlatan À Mon âge je me Cache Encore Pour Fumer, bir hamama Cezayirli kadınlar nezdinde Müslüman Arap coğrafyasındaki tüm kadınların dertlerini, İslami cihatçı aşırı grupların yarattığı trajedileri sığdıran, alt metinleri son derece güçlü nefis bir kadın hikâyesi. Alaycı üslubuna ve mizahi anlatısına derin sosyolojik meseleler sığdırmış, üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken sekansları ile seyircisini allak bullak eden film; sahnesi Cezayir’de bir hamam dekoruna sahip bir buçuk saatlik bir tiyatro izliyormuş hissi veriyor seyircisine. Haftanın belli günleri kadınlara hizmet veren hamamın kadın işletmecisi Fatima, yeğeni küçük Leila ve 29,5 yaşındaki bekâr yardımcı masöz Samia’nın müşterilere hizmet sunarken geçen diyaloglar üzerine kurulu film; farklı sınıflardan farklı yaşam öyküsülerine sahip müşteriler üzerinden “suyu, kahvesi, yağı, şekeri, patatesi ve en önemlisi sevgisi eksik” Arap coğrafyasından kadın olmak üzerine inanılmaz derecede derinlikli bir hikâye anlatıyor. Gücünü derin alt metinlere sahip diyaloglar üzerine kurulu teatral anlatısından alan film; bir iç mekân filmi olmasına rağmen Arap coğrafyasında yaşananlara dair verdiği sosyal ve politik mesajlarla sadece hamamın dışına çıkmakla kalmıyor tüm Ortadoğu coğrafyasına yayılıyor, üstelik bunu seyirciye göstermeden sadece diyaloglar üzerinden olabilecek en etkili şekilde yapıyor. Diyebilirim ki The Stoning of Soraya M. ‘den sonra İslam coğrafyasında kadın temalı izlediğim en etkili filmlerden biri À Mon âge je me Cache Encore Pour Fumer.
9,7/10


Franz_K [Sinefil] 07-04-2021 07:15
9.3 / 101864 yılındaki Büyük Çerkez Sürgünü esnasında Kafkaslardaki yurtlarından Anadolu’ya sürülen Ubıh halkının ana dilini kullanan son bireyi Tevfik Esenç’in sesinin peşinde Paris’ten Oslo’ya sonra Abhazya’dan ata köyüne izlerini takip eden torunu Burcu Esenç’in yürek burkan hikâyesini anlatıyor “Bir Rüya Gördüm, Anlatsam da Anlamazsınız”. Anadolu topraklarında ölen bir dilin son temsilcisine dair araştırmanın yabancı akademisyenler tarafından yapılmış olması, ona ait arşivlere ya da yayınlara yine aynı yabancı akademisyenler sayesinde ulaşılabilmesi kadar bir dilin Cumhuriyet dönemi asimilasyon politikalarıyla yok edildiği acı gerçeğinin yarattığı utançla izledim bu nefis filmi ben. Öte yandan sürgün mağduru sıradan bir köylü olan Tevfik Esenç’in yurt dışından akademisyenler ile fonetik zenginliği sayesinde Guinness rekorlar kitabına girmiş dilini sonraki kuşaklara aktarmak amacıyla yaptığı sabırlı çalışmalara da hayran kaldım. Burcu Esenç’in müthiş bir vefa örneği gösterdiği bu muhteşem yapım dünyada her gün sayısız dilin yok olduğu korkunç gerçeğini bir kez daha hatırlatmasının yanında asimile politikalarıyla sindirilmiş sürgün bir topluluğun sosyolojik travmalarına ışık tutması bakımından da çok dikkate değer bir film. Bir belgesel demiyorum zira “Bir Rüya Gördüm, Anlatsam da Anlamazsınız”, sürgüne uğramış etnik bir topluluğun son temsilcilerinden bir kadının kendi tarihine ve kültürel geçmişine doğru çıktığı bir yol filmi daha çok. Görsel zenginliği, etnik müzikleri, muhteşem diyalogları ve yürek burkan ayrıntılarıyla “Ana dilini kaybetmenin enini boyunu ve hayattaki özgül ağırlığını” ta yürekten hissettiren nefis bir yapım Bir Rüya Gördüm, Anlatsam da Anlamazsınız”.
9,3/10


Franz_K [Sinefil] 07-04-2021 07:13
7.5 / 10İlk gençlik çağlarından beri yakın arkadaş olan; kocasını terk etmenin eşiğindeki Lucie ile çocuk kitapları yazarı iki çocuklu Hélène’in Fransa’nın güneyine doğru çıktıkları anılar ve fanteziler üzerine kurulu diyaloglarla geçen yolculuklarına dair nefis bir kadın filmi Le Voyage en Douce. Ana y Los Lobos’tan hatırladığımız Geraldine Chaplin ile güzeller güzeli Dominique Sanda’nın hayat verdiği Lucie ve Hélène’in cinselliği keşfettikleri çocukluk ve ilk gençlik yıllarına dair anılarını, sonraki iyi ya da kötü deneyimlerini, fantezilerini, fetişlerini birbirleri ile paylaştıkları diyaloglar üzerine kurulu Voyage en Douce; manipülatif çıplaklık kullanmadığı ve hiçbir cinsel içerikli sahneye yer vermediği halde buram buram erotizm kokan bir film. Erotizmin görsellilkten değil zihinsel çağrışımlardan beslendiğini iki kadın arasındaki anılar ve fantazyalar üzerinden şekillenen cinsel gerilimle beraber ele alan film, bireylerin çocukluklarından yetişkinlik zamanlarına kadar toplumsal ahlak normları ile baskılanmış seksüel gelişimini yer yer Freudyen psikanalitik bakış açısıyla ele alan çok katmanlı bir kurguya sahip. İki kadının cennet misali coğrafyalarda dolaşırken birbirleri ile olan diyalogları üzerinden ilerleyen film; çoğu sinemasever için sıkıcı gelebilecek bir hikâye anlatsa da işlediği tabularla dolu temayı örtülü bir anlatımla ve başarılı bir kurguyla aktarması bakımından son derece dikkate değer bir yapım. Bir tecavüzü cinsel içerikli hiçbir sahneye yer vermeden bu kadar etkili bir şekilde anlatması ve erkeklere dair yaptığı tespitler bir yana kadın bakış açısıyla erkeklere ve cinselliğe yer yer eleştirel bir gözle bakan son derece sıra dışı bir film Le Voyage en Douce.
7,5/10


Franz_K [Sinefil] 07-04-2021 07:08
7.6 / 10"Film izlemeye devam ettim. Yorumlar da yazdım. Ancak sosyal medya hesaplarımda paylaşmaya yoğunlaştığım için beni sinema dünyası ile tanıştıran yıllara dayalı gönül bağım olan ailemi ihmal ettim. Affola. İzninizle en son paylaşımımdan sonra izlediğim filmleri art arda sıralamak istiyorum. Bir daha olmayacak söz.????"
Geçen yılın oldukça beğendiğim fakat üzerine yazmakta zorlandığım için paylaşmadığım filmi The Souvenir’in İngiliz kadın yönetmeni Joanna Hogg’un ilk uzun metraj deneyimi Unreated. @mubiturkiye gösterimi sayesinde izlediğim cinsel gerilimi yüksek bu tatil filmi evliliğinde yaşadığı sorunlardan uzaklaşmak ve kafasını toparlamak amacıyla eski okul arkadaşının İtalya’nın Toskana bölgesindeki sayfiye evine gelen Anna’nın kendi tabiriyle “büyük bir grubun içinde kendini kaybettiği” kısa tatilini anlatıyor. Kendini kendi yaş grubundaki ev sahiplerinden soyutlayarak alkol, dans, havuz eğlenceleri ve grup oyunları ile gamsız tasasız günler geçiren gençlere yakınlaşan Anna’nın bu gruptan bir gence karşı duyduğu ilginin ve aile içi kavgaların sebep olduğu cennet gibi bir mekânda geçen tatil temasına ters düşen gerilimiyle seyircisini sürekli tetikte tutan bir anlatıya sahip. Bir şeylere geç kaldığının ve hayatı kaçırdığının farkına varmanın getirdiği psikolojik tükenmişliği Kathryn Worth’un başarılı performansı ile Anna karakteri üzerinden işleyen film; gerek güçlü psikolojik alt yapısıyla gerek filme başarıyla yedirilmiş gerilimli atmosferiyle yalın, duru anlatısına rağmen son derece derinlikli bir hikâye işliyor.
7,6/10
